12 Kasım 2010 Cuma

PROF. DR. ÜNSAL OSKAY


Teoriyi tahrik edici hale getiren bir entelektüel, popüler kültürü şahsına özgü maşasıyla deşen bir akademisyen...

Babamla maceram doğumumla, beni mosmor gördüğü o ilk anda “Ege güzeli! Latince öğreteceğim! Adını Hefaistos koyacağım” demesiyle başlamış. Anneannemlerin yüreğine inmesiyle bu fikirden vazgeçmek zorunda kalmış. Ama dayılarım beni bir süre “Hefoş Hefoş” diye çağırmış. Babamla rengârenk bir çocukluk ve hayat yaşadım. Onu çok sevdim. Hayatım boyunca bir saplantı gibi onu kaybetmekten korktum. Ve geçen hafta bugün onu kaybettim.


Benim kendisi gibi akademisyen olmamı istedi. Ben olmadım. Hayatı hep kavgayla geçti. Çalışma masasındaki lambasının salona yaydığı ışık, duvarda gölgeler oluştururdu. Hâlâ gözümün önündeler. Bitip tükenmek bilmeyen çevirileri, yazıları yazarken, daktilosu evdeki tüm sesleri bastırırdı. Çıt çıkmazdı. C. Wright Mills’i, Frankurt Okulu’nu Türkçe’ye çeviriyordu. Öfkeliydi. Yaptıklarını neden bir kavga gibi gördüğünü anlamazdım. Ben daha rahat bir hayatı seçtim. Ona yakın durarak kendimi onun ışığının bir parçasıymış gibi hissettim. Gideceği günü düşünmemiştim.

Bronzdan heykeller jenerasyonu


“Bizim için artık çok geç. Sizin kadar okumamız, yazmamız mümkün değil” demiştim geçenlerde. Pes etmiyordu: “Çınar, evet, belki bizim kadar okuyamazsın. Ama o dönem farklı bir dönemdi. Bu senin suçun değil. O insanlar bronz heykeller gibiydi. Şimdi her şey plastik. Akademisyenler bile.” Bunları söylerken gözleri yaşarırdı.

Babam için yaşamak, insanın insanca yaşamasına engel olan şeyleri göstermek, onlarla savaşmaktı. Bunun farkında olanları, iyi insanlar kabilesi gibi görürdü. Ama gruplaşmayı sevmezdi. TİP’in bir toplantısına gidip de “Alafranga mı, alaturka tuvalet mi?” diye tartışıldığını görür görmez “Hadi bana eyvallah” deyip tüymüş. Hep tek başına yaşadı, çalıştı, yazdı ama uzaktan uzağa akıllı adamları, iyi yazarları izlerdi.

Kendisine kitaplardan, iyi filmlerden, belgesellerden, şiirden bir dünya yarattı. Her saniyesi büyük fikirlerin içinde geçiyordu. Ama bu dışlayıcı, seçkin bir yerde durma arayışı değildi. Mahler dinlerken tavuk suyuna çorba yapardı. Karpuz keserdi. Çoraplarını yıkardı. Sade zevklerini hep korudu. Yoksulluktan geldiğini hiç unutmadı. “İnsan hâlâ eksik bir insan” derdi. Bir insanın ortada bu gerçek dururken başka işlerle uğraşmasını anlamıyordu. Ama iyi marangozlara, araba tamircilerine, balıkçılara hayranlıkla bakardı.

Babamdan ağlamayı öğrendim


Bir filmde, güzel bir sözde, asil bir jestte, hemen çocuk gibi tatlı tatlı ağlar, çocukken kırdığı ve kemikleri yanlış kaynayan sağ eliyle gözyaşlarını silerdi. Onu böyle gördüğümde benim de gözlerim dolardı. Zamanla, o yokken de, onun ağlayacağı yerlerde ben ağlamaya başladım. Uyuşturan koşuşturmada insanlığımı hatırladığım bu anları ona borçluyum.

Babam konforu hiç sevmedi. Kendine hep olur olmaz işler çıkarırdı. Bodrum’daki evin duvarını yıkar, yeniden yapar. Kargıları keser. Teknenin eve getirdiği motorunu yağlar, çalıştırır. Sürekli çalışma ve kavga hali onu ayakta tutardı. Sabırlıydı. Çevirilerini kaç yılda yapacağını planlarken, “İki hafta çevirsem, üç gün karımla kavga etsem, bir gün hasta olsam” diye kalem kalem hesaplardı. Bir gün bana “Ben çok zeki değilim. Benim kadar şu duvarlar çalışsa onlar bile adam olurdu” dedi. Tabii ki zekiydi.

Asla acele etmezdi. Sabaha ders koydurmazdı. Öğlen saatlerinde başlardı. Mülkiye’de bazen eve gelip “Ünsal Hoca, ders başladı” diye sokaktan bağırırlarmış. Gelenleri azarlayıp geri gönderirmiş. Kendisini çeviri ve yazıları dışında sıkıntıya sokmazdı. Bir kez bile birinin önünde eğilmedi. Bilgisiyle, kendine güveniyle dimdikti.

Mobiletle Bodrum’a


Çocukluk hikâyelerim bitmez. İlkokulda, ortaokulda sınıf birincisi olmak istememe kızardı. Çok çalışırsam dudak bükerdi, endişeyle bakardı. “Dördüncü, beşinciyi geçme” derdi.
Sokakta çocuklarla oynamanın her şeyden önemli olduğunu öğretti. Beni kovalar “Çık sokağa, oyna” derdi. Asla belli bir saatte eve dön demedi. Herkesin yapabileceği şeyleri yapmamı istedi. Çakı, çelik çomak, uçurtma, balık tutmak...

Babam bana hayatı bir macera gibi yaşamayı ve hiçbir şeyden korkmamayı öğretti. Ben ilkokul 2’nci sınıftayken satın aldığı mobiletle annemden gizlice İzmir’den Bodrum’a gitmeye karar verdik. Kışın ortasında. Haftalar öncesinden özel gocuklu kıyafetler hazırladı. Mobileti trenle Ankara’dan İzmir’e taşıdık. İzmir’den yola koyulduk. Söke’ye ulaştığımızda tir tir titriyordum, vücudumu ateş basmıştı. Bodrum’a ulaştığımızda kızılcık denilen ağır bir hastalığa yakalandım. Tüm vücudumu su kabarcıkları kapladı. Annem beni gördüğünde kriz geçiriyordu. Babam hep bu sayede maceracı ve korkusuz biri olduğumu anlatırdı. İki hafta yattım ama hayatımın en güzel anılarından biriydi.

Vosvosta Guns N’Roses


Ergenlik çağımda, babamın vosvosuyla Bodrum’daydık. Ben de o zamanlar rock müziğe merak salmış, arabada sürekli Guns N’Roses dinliyordum. ‘Welcome to the Jungle’ diye elektrogitar ağırlıklı hızlı bir şarkıyı birkaç kez üst üste çaldığımda birdenbire kasedi teypten çıkardı. Hızını alamayıp torpido gözündeki diğer kasetlerimi de aldı, “Yeter yav yeter!” deyip hepsini camdan dışarı fırlattı! Bir dakika sonra o mahcup sesiyle, “Çok özür dilerim. Seni çok seviyorum. Neydi o kasetler, yenisini alalım” dedi. Babam beni gülmekten öldürürdü. Ona hiç kızmadım, dargın kalmadım.

Yaz tatilinin denizden çıkar çıkmaz duş yapıp terlik giymek olmadığını, manzaranın tadını çıkararak çardaktan bahçeye çiş yapmak olduğunu öğretti. Denize girdikten sonra tuzlu kalmayı, kumun üzerine yatmayı... Babamın develerle toprak getirerek elleriyle inşa ettiği yazlığında yılanlar, kelebekler, kurbağalar, kaplumbağalarla büyüdüm. Ondan doğanın masalsılığını öğrendim.   

Bir gün çocukken, ‘Indiana Jones’ filmini seyrediyorduk. Harrison Ford’un, karşısında saniyelerce kılıçla şık hareketler yapan korkutucu bir doğuluyu eli cebinde izleyip, adamın ritüeli bitince tabancasıyla tak diye vurduğu bir sahne vardır. Ben bu sahneye çok güldüm. Ama o, sahnenin alt metninin Batı’nın Doğu’yu küçümsemesi olduğunu söyledi, bana bozuldu. “Baba sen de her şeye böyle çılgınca şeyler yakıştırıyorsun. Bir ağız tadıyla film seyredemedik!” diye çıkıştım. “İlerde anlarsın” dedi.

Babam kökünü hiç unutmadı. O bir Marksistti. Ama Atatürk’e de laf söyletmezdi. “Hiç kimse kendi tarihinden kaçamaz. Benim babam onun sayesinde matematik öğretmeni oldu. Babamın mektupla gönderdiği aritmetik çözümleriyle matematik öğrendim. Adam oldum. O başka bir şeydi” derdi. Kişisel tarihini bile kuramla açıklardı. “Teori elimizdeki fenerdir” derdi.  

Okuduğum her şeyin altını çizmeyi öğretti. Elimde kalem olmadan gazete bile okuyamam.

Her şeyi, herkesin anlayacağı gibi söylerdi. Karmaşık, şık ifadelerle yazılmış fikir yazılarından nefret ederdi. “En büyük faşist bunlar” derdi. Seçkinci entelektüellerden uzak dururdu.

Ağır akan, zorlama sanat filmlerinden hoşlanmazdı. Hemen dudak büker, birkaç dakika sonra horul horul uyumaya başlardı. Uyanınca da yönetmene “Ananı eşekler kovalasın” diye bağırırdı. Bilginin fetişleştirilmesine kızardı. 

Babam bana Amerika’da Jean-Jacques Rousseau’yu çocuklarını terk eden sorunlu bir adam olarak tanıtan okulumun efsanevi hocalarından birinin ‘hıyar’ olduğunu öğretti.  Entelektüelin iyisinin, yenilginin ne olduğunu bilen toplumlardan çıkacağını da... Ben de zaman içinde o, Murat Belge, Mete Tunçay gibilerini, Amerika’da pek göremeyeceğimizi anladım.

Babamın tatlı vedası


Canının istediği gibi pilav yiyemeyeceği, sigara içemeyeceği, motosiklet kullanamayacağı bir hayat fikrine onu ikna etmek için yıllarca didindik. İnsanın kendi istediği gibi yaşayamaması fikrini aklı almıyordu. Tuzlu bademden bile vazgeçmedi.

Okumayı son güne kadar bırakmadı. İnsanların neler yaşadıklarına, buraya nasıl geldiklerine merakı hiç dinmedi. Yıllarca tek bir tabak üzerine desen işleyen Japon gravürcülerin ne kadar bastırılmış bir hayat yaşadıklarına da ağladı; bir savaştan diğerine gidip helak olmuş Mehmet dedesine de.

Aşkın, çapkınlığın olmadığı bir hayatın hayat olamayacağını öğretti. Bugün eski dostlarından Mülkiye’deki çapkınlıklarını dinliyorum, katıla katıla gülerek. Babam 70 yaşında da benden daha çapkındı.

Ama bana akademisyen çocuğu olarak da kızların gözüne girilebileceğini gösterdi! Babama hayran güzel kızlarla tanıştığımda en yakın arkadaşımın “Oğlum, fabrikatör çocuğunu anlarım da akademisyen çocuğu olduğu için kız tavlayan bir seni gördüm. Ünsal Hoca hakikaten büyük adam!” dediğini hatırlarım.

Kıkır kıkır gülüp Don Kişot okurdu


Son günlerinde fiziksel gücünü yitirse de, zekâsı zehir gibiydi. Bu yüzden ona asla bir şey olmayacağını düşünüyordum. En kötü zamanında bile durmadan okuyordu. Bir gece, bahçesinde ben derginin düzeltmelerini yaparken, yanımda yeniden Don Kişot okuyup, kıkır kıkır çocuk gibi gülüyordu. Hayatımın en güzel anlarından biriydi. Sesi kulağımda. O kadar tatlıydı ki.

Tesellim, ailemin ‘üşütük’ tiplerden oluşması. Bunda babamın payı var. Ablalarım Defne ve Dalya ile Alper ve İrina bana hep onu hatırlatacak. Ben, dayım gibi gazeteci oldum. Dayımın kızı Yasemin babamı çok severdi. Geçen yıl, New York’ta sosyoloji okumaya karar verdi.

Babam bana biraz da deli olmayı öğretti. Mesela mezarlık ziyaretine gecenin köründe de gidilebileceğini... Geçen gün, geç de kalsak elimizde bir çakmakla babamın mezarını şıp diye bulduk. Kuralların hiçbir anlamı olmayabileceğini, onlardan kurtulmanın ne kadar kolay olduğunu gösterdi. Niye gidilmesin karanlıkta mezarlığa? Babamın hatırası kaderimde bana nasıl bir oyun oynayacak bilemiyorum. Ama onun istemeyeceği bir şeyi asla yapmayacağımı biliyorum. Pek çok oğul gibi babam benim kahramanımdı.

Onun da kahramanları vardı. 1984’te, Paris seyahati sırasında, Walter Benjamin’in evinde zincirin üzerinden atlayıp Benjamin’in çalışma masasına oturmuş, kâğıtlara dokunarak, koklayarak hüngür hüngür ağlamaya başlamış. Polis babamı gözaltına almış, arkadaşlarını aramış. “Burada uslu, efendi bir adam var ama sanırız akıl hastası” demişler. Arkadaşları, babamın ülkesinin önemli akademisyenlerinden biri ve Benjamin’i Türkçe’ye çeviren adam olduğunu anlatıp onu serbest bıraktırmışlar. İnsanın hâlâ eksik bir insan olduğunu hatırlatanlar dışında hiçbir şeye bu kadar tutkuyla bağlanmadı. Onun tanrıları Marx’tı, Walter Benjamin’di, Adorno’ydu. 

Eğer gerçekten bir tanrı varsa, ondan tek bir isteğim var. Babamı Melville’in, Cervantes’in, Ece Ayhan’ın, Âşık Veysel’in, Baudelaire’in, Walter Benjamin’in yanına götür. Babamın başını okşasınlar. Ona sarılsınlar...

ÇINAR OSKAY



Sevgili Çınar, hayatta kaybetmesi en acı iki kişiden birini kaybetmişsin. Başın sağolsun. Ben de aynen senin gibi  "hayatım boyunca bir saplantı gibi babamı kaybetmekten korkarım".. Seyahatlerde küçük bir çerçevede babamın resmini taşır, onu hayattayken de olsa özlerim.. Ona birsey olsa kimbilir ne yaparım?.. Ne diyeyim çok zor.. Onun dogrularına sarıl, sen devam ettir.. Onu bir sekilde yaşat ki sen de yaşayabilesin.. Huzur diliyorum. PETEK


Tanrı yok !!! Söz konusu kişilerin babanızın saçlarını okşaması ya da ona sarılmaları mümkün değil:-)) Ama bizler, geride bıraktığı anılarına sarılıp okşamaya devam edeceğiz:-))) Tanrı varsa, Ünsal Hoca'dan çekeceği var :-))) KÖROĞLU


Çaycısından öğretim görevlilerine, öğrencilere kadar “Ünsal Hoca”yı tanımayan, onunla konuşmuşluğu olmayan, onun engin entelektüel birikiminden yararlanmayan yoktur fakültede. “Siyasilerin ve medyanın sizlere sunmuş olduğu hayatı beğenmiyorsanız, kendinize Dostoyevski’den, Camus’den, Rousseau’dan oluşan bir hayat kurun” derdi. Oskay’a göre, hangi yaşta olursa olsun mutluluğu arayan kişi öğrenme aşkıyla dolu olmalıydı. Çok okumalıydı!

“Eski Yunan’da bilmenin, öğrenmenin bir mutluluk olduğunu söylüyorlar. Oradaki bilme 28 yıl önce Arjantin-Brezilya futbol karşılaşmasının hangi ülke lehine kaç kaç bittiğini bilme anlamında bir bilme değil. İnsanın yaşadığı hayata anlam vermesini sağlayacak bilgilere erişebilmesi anlamında bir bilim. Eski Yunan düşünürlerinin söylediği mutluluk böyle bir bilmeden doğan bir mutluluktur. Ben hayatım boyunca bunun için okumaya çalıştım” demişti Ünsal Oskay, Sevilen Toprak ve Devrim Kalkan’ın 1997 tarihli İleti Dergisi’nde yayımladıkları söyleşisinde.

Yalnızca kitapları değil, Ünsal Hoca sinemayı, tiyatroyu, yaşamın içindeki detayların peşinde koşmayı, scooter’ıyla dolaşmayı da severdi. Güzel yemekleri, kadınları da…MİHA


 Ben yeşiller üzerine bir kitap yazıyordum. Uzun yıllar çevre ve siyasetle ilgili olduğum için, öyle mi yapayım böyle mi yapayım derken Ünsal hocaya danıştım. Çünkü o da Ankara Siyasal kökenliydi. Martin Jay'in Diyalektik İmgelem kitabını oku dedi. Kitabı aldım fakat siyasi partilerle pek bir alakasını göremedim. Tabii bu Ünsal hocanın bakış açısını gösteriyordu; çok geniş yelpazeyle konuya yaklaşmak. O zamanlar benim düşündüğüm klasik bir şablon dahilindeydi. Ama şimdi Ünsal hocayı çok iyi anlıyorum.

 Daha sonraki yıllarda dekanlık görevini aldı. Onun dekanlığında rahat bir dönem yaşadık. Çünkü bizim geldiğimize gittiğimize karışmazdı. Şekilci değildi. Okula gelir, simitini alır, kapının önüne  oturur yerdi. Zaten okula scooter ile gelirdi. Çok mütevazı biriydi.Yere bir gazete yayıp, kahvaltısını ederdi. Hiçbir kompleksi yoktu.  PROF. DR. MELDA CİNMAN ŞİMŞEK


Ben 1992’den 2002’e kadar Ünsal hocamla çalıştım. Bu dönemi büyük bir keyifle geçirdik. Sınavları okurken bana bir keresinde, “çok yüksek notlar verme çocuklara” dedi. Ben de “hocam olur mu biraz yüksek verelim ki çocuklar dersi sevsin” dedim. O da “aferin sana bir iletişimci insanlara husumetle bakmaz” diye karşılık verdi.

Onu hep derslerime çağırırdım. Çünkü öğrencilerimin onu tanımasını çok istedim. Ünsal hocanın entelektüel bilgi birikiminden öğrencilerin faydalanmasını istedim. Bir şey anlatırken konuya diğer konulardan gönderme yapardı. Nerden başladığını da çoğu zaman unuturdu. Dersleri çok keyifli olurdu. Ben de öğrencilerimin bu gelenekten yararlanması için her zaman hocamın kitaplarından yararlanırdım. Öğrencilerime kaynak kitaplar verdiğimde, “hocam bunlar ağır geldi” dediklerinde, ben de hocamın dediği gibi “o sizin hafifliğinizdir” derim.

 Yemek yemeyi çok severdi. Giyinmeyi ve kadınları severdi. Hastalandığında “hocam biraz onlardan uzak durun” dedim. O da “ama Filizciğim onlar bana hayat veriyor” diye karşılık verdi.
DOÇ. DR. FİLİZ AYDOĞAN BOSCHELE


Yetiştirdiği insanlarda emeği olan, ışığı olan bir insan. Ben de onlardan biriyim, iyi ki öyleymişim. Çok insanda emeği vardı, ama ben özel olarak bütün birikimimi ona borçlu olduğumu söyleyebilirim.   Uğur Dündar


Gözlüğüm Kırıldı

Geceyarısı ekranın altında “Ünsal Oskay vefat etti” yazısını okuduğum an bir kezzap aktı yüreğime…
Gözlüğüm düştü gözümden; net göremez oldum.
İlk dersine girişim 30 yıl önceydi. Masasından hiç kalkmadan, fasılasız konuşan bu harikulade adamdan alamamıştım gözümü…
Sadece ben mi? Bütün sınıf…
Üç ders üst üste, teneffüssüz dinlerdik onu; sözü nefesti çünkü…
Popüler kültürden mi bahsediyor; “Bizans’la Roma niye ayrıldı?” sorusuyla girerdi lafa… Sonra konu darmadağın olmuşken birden Türkan Şoray’a bağlardı.
Kültürel hegemonya mı anlatıyor, Frankestein’dan, Drakula’dan, Yıldız Savaşları’ndan dem vurur, popüler kültürün reel hayatın yarattığı “büyük acı”ya karşı insana boyun eğdiren, narkotik etkisini kurcalardı.
Piyasaya yenik düşmeyen, yabancılaşmamış bir müzik (ve hayat) hayalinden söz ederken birden Moby Dick’ten sayfalar okur, okurken dökülen gözyaşlarını sağ elinin tersiyle siler, çenesinin titremesine aldırmadan “İnsanoğlunun soylu direniş öyküsüdür bu… Yenilen, sadece öncülerdir. Acı çekerler, ama yolu onlar açarlar” derdi.
Sonra, okulun önüne park ettiği köhne motosikletine atlar giderdi.
* * *
Hayrandık hocamıza…
Tek kişilik bir haçlı seferiydi o…
Yıkanmak istemeyen bir çocuk…
Anlamlandırmakta zorlandığımız dünyayı bize mükemmelen tercüme eden bir çevirmen…
Flu gördüklerimizi netleştiren bir gözlük…
O anlattıkça, birbirinden tamamen kopuk ve manasız gibi duran binlerce ayrıntı, rasyonel bir bütünlük içinde anlaşılır hale gelirdi.
“Ben, sen, o yok/ biz varız” coşkusunun ne zaman yerini “Benim en iyi dostum, içkim sigaram” avuntusuna bıraktığını izah ederdi mesela…
Çalışan annelerin neden çocuklarına sürekli oyuncak satın aldığını…
Orhan Gencebay’ın niçin vücut çalıştığını…
Zeki Müren’in niye o kadar nazik bir dil konuştuğunu…
Ya da erkeklerin ne olup da 1970′lerde aniden pornoya merak saldığını…
* * *
Onun, “Moby Dick”te, içinde yaşadığı dünyaya meydan okumak üzere yola çıkan kaşalot gemisinden sağ kurtulan öncülerden biri olduğunu anlamaya başladık çok geçmeden…
Okuyup yazmanın itibar sağladığı, annelerin kızlarına Mülkiyeli damat aradığı, kendisinin de çeviriden kazandığı parayla Cebeci’de tek göz bir ev satın alabildiği yıllarda her şeyini okumaya vermişti.
Ama sonra, tahsil terbiyenin gözden düşüşüne, planlamanın çöküşüne, üretime dayalı mesleklerin yerini rant üleşmeye dayalı bir kaşalotluğun alışına, diploma almanın değil yakışıklı olmanın itibar sağlayışına tanık olmuştu.
Ama hazırlıklıydı buna…
“Cehalet mutluluktur”a hiç kanmadı.
“İnsanı, az bilgi mutsuz eder” derdi.
Hayat kitabının son sayfalarında, uzak denizlerde kaşalot peşinde bitkin düştüyse de nihayetinde insanın özgürleşeceğine dair ümidini bir gün olsun yitirmedi.
Gece yarısı bir ekranın altında onun adını ölümle yan yana görünce sağ elimin tersiyle sildim gözyaşlarımı ve çenemin titremesine aldırmadan “Yenilen, sadece öncülerdir” dedim:
“Acı çekerler, ama yolu onlar açarlar.”
CAN DÜNDAR

HOCAMA ALLAH'TAN RAHMET KEDERLİ AİLESİNE BAŞSAĞLIĞI DİLİYORUM...
1980-1985 SBF BYYO ÖĞRENCİSİ OLDUM BENİM İÇİN ÇOK BÜYÜK BİR KAZANIMDI.
UZAY DEMİRER


Üniversite öğrenciliğinin nasıl bir şey olduğunu kavramaya çalıştığımız şaşkın ama umtlu günlerimizdi. Her dersin Hocalarına bize, yeni bir dünyanın kapılarını açacak birer anahtar gözüyle bakardık. Nihayet sınıfımıza biri geldi.. İki hafta boyunca Ahu Tuğba'yı anlattı. İki hafta boyunca da işçi sınıfından bahsetti. En sonunda Ahu Tuğba ile işçi sınıfını birbirine öyle bir cümle ile bağladı ki, kitaplar dolusu siyaset bilim ya da kitaplar dolusu sosyoloji okusaydınız ancak bu noktaya erişebilirdiniz zaten..

Derslere benim gibi pek sık gitmeyen, çalışmak zorunda olan pek çok kişi, bir fırsat yaratıp sadece onu dinlemeye gelirdi. Nasıl unutabiliriz onun her akademik yıl açılışında bizi bahçeden kovuşunu.. Nasıl unutabiliriz bize sosyal incelikler konusunda verdiği nüktedan örnekleri, nasıl unutabiliriz herbirimizi birer "insan" kılmak içi attığı fırçaları..

Nasıl unutabiliriz sınavlarda "notlar ve kitaplar açık, soru 1" deyişini.. Ve nasıl uğurlayacağız bilinmeze bize "düşünen birer birey olmayı" öğreten Hocamızı..

Ruhun şad olsun Hocam...
Öğrenciliğimize dair pek çok anı silinip giderken derslerini unutmadık..
Seni yaşarken unutmadık, şimdi de unutmayacağız.. (SİBEL SAĞLAM)


Canım Hocam,
15 yıl önceydi, Nişantaşı'nda 401 nolu sınıfta tanışmamız... Anna Karanina'yı Kafka'yıi Dosteyevski'yi henüz okumamış olanlar dersime gelmese de olur demiştiniz kalabalık sınıfa bakıp...Ya da Özcan Tekgül adındaki dansöze kültür madalyası veren kültür bakanımızın neden en kültürlü kültür bakanımız olduğunu anlatırdınız...

Erotizmle pornografi arasındaki farkı Marks'in yabancılaşmaya bakışıyla tartışın diye sormuştunuz bir keresinde... Üstelik tek soruydu...

Hayattaki en büyük şansım sizin ögrenciniz olmaktı... Çok sevdim sizi... Hep sizin gibi biri olmak istedim. Türkiye gibi bir ülkeden böoyle bir dahi çıkarmış, çıkabilirmiş...meğer diye düşünürdüm.

Ah canım Hocam, niye bu kadar erken öldünüz. Sizi unutmak mümkün değil ama çok çok özleyeceğim. ÖZCAN BAKIRCI

Bilimselliği ve akılcılığı, aydınlığı yokedilen eğitimin semeresiz kıldığı ülkemizde sayıları birerbirer azalıyor aydınların ve bilim insanlarının. Onurlu ve verimli ömrünün toplumsal yaşamımıza katkılarından dolayı kutsayalım Oskay hocamızı.

İlerlemenin coşkulu günlerinde değiliz; her gidenin ardından derin bir keder ve yerini dolduramamanın kaygısı vurmakta yüreğimizi. ZAKİR ÇELİK