12 Kasım 2010 Cuma

PROF. DR. ÜNSAL OSKAY


Teoriyi tahrik edici hale getiren bir entelektüel, popüler kültürü şahsına özgü maşasıyla deşen bir akademisyen...

Babamla maceram doğumumla, beni mosmor gördüğü o ilk anda “Ege güzeli! Latince öğreteceğim! Adını Hefaistos koyacağım” demesiyle başlamış. Anneannemlerin yüreğine inmesiyle bu fikirden vazgeçmek zorunda kalmış. Ama dayılarım beni bir süre “Hefoş Hefoş” diye çağırmış. Babamla rengârenk bir çocukluk ve hayat yaşadım. Onu çok sevdim. Hayatım boyunca bir saplantı gibi onu kaybetmekten korktum. Ve geçen hafta bugün onu kaybettim.


Benim kendisi gibi akademisyen olmamı istedi. Ben olmadım. Hayatı hep kavgayla geçti. Çalışma masasındaki lambasının salona yaydığı ışık, duvarda gölgeler oluştururdu. Hâlâ gözümün önündeler. Bitip tükenmek bilmeyen çevirileri, yazıları yazarken, daktilosu evdeki tüm sesleri bastırırdı. Çıt çıkmazdı. C. Wright Mills’i, Frankurt Okulu’nu Türkçe’ye çeviriyordu. Öfkeliydi. Yaptıklarını neden bir kavga gibi gördüğünü anlamazdım. Ben daha rahat bir hayatı seçtim. Ona yakın durarak kendimi onun ışığının bir parçasıymış gibi hissettim. Gideceği günü düşünmemiştim.

Bronzdan heykeller jenerasyonu


“Bizim için artık çok geç. Sizin kadar okumamız, yazmamız mümkün değil” demiştim geçenlerde. Pes etmiyordu: “Çınar, evet, belki bizim kadar okuyamazsın. Ama o dönem farklı bir dönemdi. Bu senin suçun değil. O insanlar bronz heykeller gibiydi. Şimdi her şey plastik. Akademisyenler bile.” Bunları söylerken gözleri yaşarırdı.

Babam için yaşamak, insanın insanca yaşamasına engel olan şeyleri göstermek, onlarla savaşmaktı. Bunun farkında olanları, iyi insanlar kabilesi gibi görürdü. Ama gruplaşmayı sevmezdi. TİP’in bir toplantısına gidip de “Alafranga mı, alaturka tuvalet mi?” diye tartışıldığını görür görmez “Hadi bana eyvallah” deyip tüymüş. Hep tek başına yaşadı, çalıştı, yazdı ama uzaktan uzağa akıllı adamları, iyi yazarları izlerdi.

Kendisine kitaplardan, iyi filmlerden, belgesellerden, şiirden bir dünya yarattı. Her saniyesi büyük fikirlerin içinde geçiyordu. Ama bu dışlayıcı, seçkin bir yerde durma arayışı değildi. Mahler dinlerken tavuk suyuna çorba yapardı. Karpuz keserdi. Çoraplarını yıkardı. Sade zevklerini hep korudu. Yoksulluktan geldiğini hiç unutmadı. “İnsan hâlâ eksik bir insan” derdi. Bir insanın ortada bu gerçek dururken başka işlerle uğraşmasını anlamıyordu. Ama iyi marangozlara, araba tamircilerine, balıkçılara hayranlıkla bakardı.

Babamdan ağlamayı öğrendim


Bir filmde, güzel bir sözde, asil bir jestte, hemen çocuk gibi tatlı tatlı ağlar, çocukken kırdığı ve kemikleri yanlış kaynayan sağ eliyle gözyaşlarını silerdi. Onu böyle gördüğümde benim de gözlerim dolardı. Zamanla, o yokken de, onun ağlayacağı yerlerde ben ağlamaya başladım. Uyuşturan koşuşturmada insanlığımı hatırladığım bu anları ona borçluyum.

Babam konforu hiç sevmedi. Kendine hep olur olmaz işler çıkarırdı. Bodrum’daki evin duvarını yıkar, yeniden yapar. Kargıları keser. Teknenin eve getirdiği motorunu yağlar, çalıştırır. Sürekli çalışma ve kavga hali onu ayakta tutardı. Sabırlıydı. Çevirilerini kaç yılda yapacağını planlarken, “İki hafta çevirsem, üç gün karımla kavga etsem, bir gün hasta olsam” diye kalem kalem hesaplardı. Bir gün bana “Ben çok zeki değilim. Benim kadar şu duvarlar çalışsa onlar bile adam olurdu” dedi. Tabii ki zekiydi.

Asla acele etmezdi. Sabaha ders koydurmazdı. Öğlen saatlerinde başlardı. Mülkiye’de bazen eve gelip “Ünsal Hoca, ders başladı” diye sokaktan bağırırlarmış. Gelenleri azarlayıp geri gönderirmiş. Kendisini çeviri ve yazıları dışında sıkıntıya sokmazdı. Bir kez bile birinin önünde eğilmedi. Bilgisiyle, kendine güveniyle dimdikti.

Mobiletle Bodrum’a


Çocukluk hikâyelerim bitmez. İlkokulda, ortaokulda sınıf birincisi olmak istememe kızardı. Çok çalışırsam dudak bükerdi, endişeyle bakardı. “Dördüncü, beşinciyi geçme” derdi.
Sokakta çocuklarla oynamanın her şeyden önemli olduğunu öğretti. Beni kovalar “Çık sokağa, oyna” derdi. Asla belli bir saatte eve dön demedi. Herkesin yapabileceği şeyleri yapmamı istedi. Çakı, çelik çomak, uçurtma, balık tutmak...

Babam bana hayatı bir macera gibi yaşamayı ve hiçbir şeyden korkmamayı öğretti. Ben ilkokul 2’nci sınıftayken satın aldığı mobiletle annemden gizlice İzmir’den Bodrum’a gitmeye karar verdik. Kışın ortasında. Haftalar öncesinden özel gocuklu kıyafetler hazırladı. Mobileti trenle Ankara’dan İzmir’e taşıdık. İzmir’den yola koyulduk. Söke’ye ulaştığımızda tir tir titriyordum, vücudumu ateş basmıştı. Bodrum’a ulaştığımızda kızılcık denilen ağır bir hastalığa yakalandım. Tüm vücudumu su kabarcıkları kapladı. Annem beni gördüğünde kriz geçiriyordu. Babam hep bu sayede maceracı ve korkusuz biri olduğumu anlatırdı. İki hafta yattım ama hayatımın en güzel anılarından biriydi.

Vosvosta Guns N’Roses


Ergenlik çağımda, babamın vosvosuyla Bodrum’daydık. Ben de o zamanlar rock müziğe merak salmış, arabada sürekli Guns N’Roses dinliyordum. ‘Welcome to the Jungle’ diye elektrogitar ağırlıklı hızlı bir şarkıyı birkaç kez üst üste çaldığımda birdenbire kasedi teypten çıkardı. Hızını alamayıp torpido gözündeki diğer kasetlerimi de aldı, “Yeter yav yeter!” deyip hepsini camdan dışarı fırlattı! Bir dakika sonra o mahcup sesiyle, “Çok özür dilerim. Seni çok seviyorum. Neydi o kasetler, yenisini alalım” dedi. Babam beni gülmekten öldürürdü. Ona hiç kızmadım, dargın kalmadım.

Yaz tatilinin denizden çıkar çıkmaz duş yapıp terlik giymek olmadığını, manzaranın tadını çıkararak çardaktan bahçeye çiş yapmak olduğunu öğretti. Denize girdikten sonra tuzlu kalmayı, kumun üzerine yatmayı... Babamın develerle toprak getirerek elleriyle inşa ettiği yazlığında yılanlar, kelebekler, kurbağalar, kaplumbağalarla büyüdüm. Ondan doğanın masalsılığını öğrendim.   

Bir gün çocukken, ‘Indiana Jones’ filmini seyrediyorduk. Harrison Ford’un, karşısında saniyelerce kılıçla şık hareketler yapan korkutucu bir doğuluyu eli cebinde izleyip, adamın ritüeli bitince tabancasıyla tak diye vurduğu bir sahne vardır. Ben bu sahneye çok güldüm. Ama o, sahnenin alt metninin Batı’nın Doğu’yu küçümsemesi olduğunu söyledi, bana bozuldu. “Baba sen de her şeye böyle çılgınca şeyler yakıştırıyorsun. Bir ağız tadıyla film seyredemedik!” diye çıkıştım. “İlerde anlarsın” dedi.

Babam kökünü hiç unutmadı. O bir Marksistti. Ama Atatürk’e de laf söyletmezdi. “Hiç kimse kendi tarihinden kaçamaz. Benim babam onun sayesinde matematik öğretmeni oldu. Babamın mektupla gönderdiği aritmetik çözümleriyle matematik öğrendim. Adam oldum. O başka bir şeydi” derdi. Kişisel tarihini bile kuramla açıklardı. “Teori elimizdeki fenerdir” derdi.  

Okuduğum her şeyin altını çizmeyi öğretti. Elimde kalem olmadan gazete bile okuyamam.

Her şeyi, herkesin anlayacağı gibi söylerdi. Karmaşık, şık ifadelerle yazılmış fikir yazılarından nefret ederdi. “En büyük faşist bunlar” derdi. Seçkinci entelektüellerden uzak dururdu.

Ağır akan, zorlama sanat filmlerinden hoşlanmazdı. Hemen dudak büker, birkaç dakika sonra horul horul uyumaya başlardı. Uyanınca da yönetmene “Ananı eşekler kovalasın” diye bağırırdı. Bilginin fetişleştirilmesine kızardı. 

Babam bana Amerika’da Jean-Jacques Rousseau’yu çocuklarını terk eden sorunlu bir adam olarak tanıtan okulumun efsanevi hocalarından birinin ‘hıyar’ olduğunu öğretti.  Entelektüelin iyisinin, yenilginin ne olduğunu bilen toplumlardan çıkacağını da... Ben de zaman içinde o, Murat Belge, Mete Tunçay gibilerini, Amerika’da pek göremeyeceğimizi anladım.

Babamın tatlı vedası


Canının istediği gibi pilav yiyemeyeceği, sigara içemeyeceği, motosiklet kullanamayacağı bir hayat fikrine onu ikna etmek için yıllarca didindik. İnsanın kendi istediği gibi yaşayamaması fikrini aklı almıyordu. Tuzlu bademden bile vazgeçmedi.

Okumayı son güne kadar bırakmadı. İnsanların neler yaşadıklarına, buraya nasıl geldiklerine merakı hiç dinmedi. Yıllarca tek bir tabak üzerine desen işleyen Japon gravürcülerin ne kadar bastırılmış bir hayat yaşadıklarına da ağladı; bir savaştan diğerine gidip helak olmuş Mehmet dedesine de.

Aşkın, çapkınlığın olmadığı bir hayatın hayat olamayacağını öğretti. Bugün eski dostlarından Mülkiye’deki çapkınlıklarını dinliyorum, katıla katıla gülerek. Babam 70 yaşında da benden daha çapkındı.

Ama bana akademisyen çocuğu olarak da kızların gözüne girilebileceğini gösterdi! Babama hayran güzel kızlarla tanıştığımda en yakın arkadaşımın “Oğlum, fabrikatör çocuğunu anlarım da akademisyen çocuğu olduğu için kız tavlayan bir seni gördüm. Ünsal Hoca hakikaten büyük adam!” dediğini hatırlarım.

Kıkır kıkır gülüp Don Kişot okurdu


Son günlerinde fiziksel gücünü yitirse de, zekâsı zehir gibiydi. Bu yüzden ona asla bir şey olmayacağını düşünüyordum. En kötü zamanında bile durmadan okuyordu. Bir gece, bahçesinde ben derginin düzeltmelerini yaparken, yanımda yeniden Don Kişot okuyup, kıkır kıkır çocuk gibi gülüyordu. Hayatımın en güzel anlarından biriydi. Sesi kulağımda. O kadar tatlıydı ki.

Tesellim, ailemin ‘üşütük’ tiplerden oluşması. Bunda babamın payı var. Ablalarım Defne ve Dalya ile Alper ve İrina bana hep onu hatırlatacak. Ben, dayım gibi gazeteci oldum. Dayımın kızı Yasemin babamı çok severdi. Geçen yıl, New York’ta sosyoloji okumaya karar verdi.

Babam bana biraz da deli olmayı öğretti. Mesela mezarlık ziyaretine gecenin köründe de gidilebileceğini... Geçen gün, geç de kalsak elimizde bir çakmakla babamın mezarını şıp diye bulduk. Kuralların hiçbir anlamı olmayabileceğini, onlardan kurtulmanın ne kadar kolay olduğunu gösterdi. Niye gidilmesin karanlıkta mezarlığa? Babamın hatırası kaderimde bana nasıl bir oyun oynayacak bilemiyorum. Ama onun istemeyeceği bir şeyi asla yapmayacağımı biliyorum. Pek çok oğul gibi babam benim kahramanımdı.

Onun da kahramanları vardı. 1984’te, Paris seyahati sırasında, Walter Benjamin’in evinde zincirin üzerinden atlayıp Benjamin’in çalışma masasına oturmuş, kâğıtlara dokunarak, koklayarak hüngür hüngür ağlamaya başlamış. Polis babamı gözaltına almış, arkadaşlarını aramış. “Burada uslu, efendi bir adam var ama sanırız akıl hastası” demişler. Arkadaşları, babamın ülkesinin önemli akademisyenlerinden biri ve Benjamin’i Türkçe’ye çeviren adam olduğunu anlatıp onu serbest bıraktırmışlar. İnsanın hâlâ eksik bir insan olduğunu hatırlatanlar dışında hiçbir şeye bu kadar tutkuyla bağlanmadı. Onun tanrıları Marx’tı, Walter Benjamin’di, Adorno’ydu. 

Eğer gerçekten bir tanrı varsa, ondan tek bir isteğim var. Babamı Melville’in, Cervantes’in, Ece Ayhan’ın, Âşık Veysel’in, Baudelaire’in, Walter Benjamin’in yanına götür. Babamın başını okşasınlar. Ona sarılsınlar...

ÇINAR OSKAY



Sevgili Çınar, hayatta kaybetmesi en acı iki kişiden birini kaybetmişsin. Başın sağolsun. Ben de aynen senin gibi  "hayatım boyunca bir saplantı gibi babamı kaybetmekten korkarım".. Seyahatlerde küçük bir çerçevede babamın resmini taşır, onu hayattayken de olsa özlerim.. Ona birsey olsa kimbilir ne yaparım?.. Ne diyeyim çok zor.. Onun dogrularına sarıl, sen devam ettir.. Onu bir sekilde yaşat ki sen de yaşayabilesin.. Huzur diliyorum. PETEK


Tanrı yok !!! Söz konusu kişilerin babanızın saçlarını okşaması ya da ona sarılmaları mümkün değil:-)) Ama bizler, geride bıraktığı anılarına sarılıp okşamaya devam edeceğiz:-))) Tanrı varsa, Ünsal Hoca'dan çekeceği var :-))) KÖROĞLU


Çaycısından öğretim görevlilerine, öğrencilere kadar “Ünsal Hoca”yı tanımayan, onunla konuşmuşluğu olmayan, onun engin entelektüel birikiminden yararlanmayan yoktur fakültede. “Siyasilerin ve medyanın sizlere sunmuş olduğu hayatı beğenmiyorsanız, kendinize Dostoyevski’den, Camus’den, Rousseau’dan oluşan bir hayat kurun” derdi. Oskay’a göre, hangi yaşta olursa olsun mutluluğu arayan kişi öğrenme aşkıyla dolu olmalıydı. Çok okumalıydı!

“Eski Yunan’da bilmenin, öğrenmenin bir mutluluk olduğunu söylüyorlar. Oradaki bilme 28 yıl önce Arjantin-Brezilya futbol karşılaşmasının hangi ülke lehine kaç kaç bittiğini bilme anlamında bir bilme değil. İnsanın yaşadığı hayata anlam vermesini sağlayacak bilgilere erişebilmesi anlamında bir bilim. Eski Yunan düşünürlerinin söylediği mutluluk böyle bir bilmeden doğan bir mutluluktur. Ben hayatım boyunca bunun için okumaya çalıştım” demişti Ünsal Oskay, Sevilen Toprak ve Devrim Kalkan’ın 1997 tarihli İleti Dergisi’nde yayımladıkları söyleşisinde.

Yalnızca kitapları değil, Ünsal Hoca sinemayı, tiyatroyu, yaşamın içindeki detayların peşinde koşmayı, scooter’ıyla dolaşmayı da severdi. Güzel yemekleri, kadınları da…MİHA


 Ben yeşiller üzerine bir kitap yazıyordum. Uzun yıllar çevre ve siyasetle ilgili olduğum için, öyle mi yapayım böyle mi yapayım derken Ünsal hocaya danıştım. Çünkü o da Ankara Siyasal kökenliydi. Martin Jay'in Diyalektik İmgelem kitabını oku dedi. Kitabı aldım fakat siyasi partilerle pek bir alakasını göremedim. Tabii bu Ünsal hocanın bakış açısını gösteriyordu; çok geniş yelpazeyle konuya yaklaşmak. O zamanlar benim düşündüğüm klasik bir şablon dahilindeydi. Ama şimdi Ünsal hocayı çok iyi anlıyorum.

 Daha sonraki yıllarda dekanlık görevini aldı. Onun dekanlığında rahat bir dönem yaşadık. Çünkü bizim geldiğimize gittiğimize karışmazdı. Şekilci değildi. Okula gelir, simitini alır, kapının önüne  oturur yerdi. Zaten okula scooter ile gelirdi. Çok mütevazı biriydi.Yere bir gazete yayıp, kahvaltısını ederdi. Hiçbir kompleksi yoktu.  PROF. DR. MELDA CİNMAN ŞİMŞEK


Ben 1992’den 2002’e kadar Ünsal hocamla çalıştım. Bu dönemi büyük bir keyifle geçirdik. Sınavları okurken bana bir keresinde, “çok yüksek notlar verme çocuklara” dedi. Ben de “hocam olur mu biraz yüksek verelim ki çocuklar dersi sevsin” dedim. O da “aferin sana bir iletişimci insanlara husumetle bakmaz” diye karşılık verdi.

Onu hep derslerime çağırırdım. Çünkü öğrencilerimin onu tanımasını çok istedim. Ünsal hocanın entelektüel bilgi birikiminden öğrencilerin faydalanmasını istedim. Bir şey anlatırken konuya diğer konulardan gönderme yapardı. Nerden başladığını da çoğu zaman unuturdu. Dersleri çok keyifli olurdu. Ben de öğrencilerimin bu gelenekten yararlanması için her zaman hocamın kitaplarından yararlanırdım. Öğrencilerime kaynak kitaplar verdiğimde, “hocam bunlar ağır geldi” dediklerinde, ben de hocamın dediği gibi “o sizin hafifliğinizdir” derim.

 Yemek yemeyi çok severdi. Giyinmeyi ve kadınları severdi. Hastalandığında “hocam biraz onlardan uzak durun” dedim. O da “ama Filizciğim onlar bana hayat veriyor” diye karşılık verdi.
DOÇ. DR. FİLİZ AYDOĞAN BOSCHELE


Yetiştirdiği insanlarda emeği olan, ışığı olan bir insan. Ben de onlardan biriyim, iyi ki öyleymişim. Çok insanda emeği vardı, ama ben özel olarak bütün birikimimi ona borçlu olduğumu söyleyebilirim.   Uğur Dündar


Gözlüğüm Kırıldı

Geceyarısı ekranın altında “Ünsal Oskay vefat etti” yazısını okuduğum an bir kezzap aktı yüreğime…
Gözlüğüm düştü gözümden; net göremez oldum.
İlk dersine girişim 30 yıl önceydi. Masasından hiç kalkmadan, fasılasız konuşan bu harikulade adamdan alamamıştım gözümü…
Sadece ben mi? Bütün sınıf…
Üç ders üst üste, teneffüssüz dinlerdik onu; sözü nefesti çünkü…
Popüler kültürden mi bahsediyor; “Bizans’la Roma niye ayrıldı?” sorusuyla girerdi lafa… Sonra konu darmadağın olmuşken birden Türkan Şoray’a bağlardı.
Kültürel hegemonya mı anlatıyor, Frankestein’dan, Drakula’dan, Yıldız Savaşları’ndan dem vurur, popüler kültürün reel hayatın yarattığı “büyük acı”ya karşı insana boyun eğdiren, narkotik etkisini kurcalardı.
Piyasaya yenik düşmeyen, yabancılaşmamış bir müzik (ve hayat) hayalinden söz ederken birden Moby Dick’ten sayfalar okur, okurken dökülen gözyaşlarını sağ elinin tersiyle siler, çenesinin titremesine aldırmadan “İnsanoğlunun soylu direniş öyküsüdür bu… Yenilen, sadece öncülerdir. Acı çekerler, ama yolu onlar açarlar” derdi.
Sonra, okulun önüne park ettiği köhne motosikletine atlar giderdi.
* * *
Hayrandık hocamıza…
Tek kişilik bir haçlı seferiydi o…
Yıkanmak istemeyen bir çocuk…
Anlamlandırmakta zorlandığımız dünyayı bize mükemmelen tercüme eden bir çevirmen…
Flu gördüklerimizi netleştiren bir gözlük…
O anlattıkça, birbirinden tamamen kopuk ve manasız gibi duran binlerce ayrıntı, rasyonel bir bütünlük içinde anlaşılır hale gelirdi.
“Ben, sen, o yok/ biz varız” coşkusunun ne zaman yerini “Benim en iyi dostum, içkim sigaram” avuntusuna bıraktığını izah ederdi mesela…
Çalışan annelerin neden çocuklarına sürekli oyuncak satın aldığını…
Orhan Gencebay’ın niçin vücut çalıştığını…
Zeki Müren’in niye o kadar nazik bir dil konuştuğunu…
Ya da erkeklerin ne olup da 1970′lerde aniden pornoya merak saldığını…
* * *
Onun, “Moby Dick”te, içinde yaşadığı dünyaya meydan okumak üzere yola çıkan kaşalot gemisinden sağ kurtulan öncülerden biri olduğunu anlamaya başladık çok geçmeden…
Okuyup yazmanın itibar sağladığı, annelerin kızlarına Mülkiyeli damat aradığı, kendisinin de çeviriden kazandığı parayla Cebeci’de tek göz bir ev satın alabildiği yıllarda her şeyini okumaya vermişti.
Ama sonra, tahsil terbiyenin gözden düşüşüne, planlamanın çöküşüne, üretime dayalı mesleklerin yerini rant üleşmeye dayalı bir kaşalotluğun alışına, diploma almanın değil yakışıklı olmanın itibar sağlayışına tanık olmuştu.
Ama hazırlıklıydı buna…
“Cehalet mutluluktur”a hiç kanmadı.
“İnsanı, az bilgi mutsuz eder” derdi.
Hayat kitabının son sayfalarında, uzak denizlerde kaşalot peşinde bitkin düştüyse de nihayetinde insanın özgürleşeceğine dair ümidini bir gün olsun yitirmedi.
Gece yarısı bir ekranın altında onun adını ölümle yan yana görünce sağ elimin tersiyle sildim gözyaşlarımı ve çenemin titremesine aldırmadan “Yenilen, sadece öncülerdir” dedim:
“Acı çekerler, ama yolu onlar açarlar.”
CAN DÜNDAR

HOCAMA ALLAH'TAN RAHMET KEDERLİ AİLESİNE BAŞSAĞLIĞI DİLİYORUM...
1980-1985 SBF BYYO ÖĞRENCİSİ OLDUM BENİM İÇİN ÇOK BÜYÜK BİR KAZANIMDI.
UZAY DEMİRER


Üniversite öğrenciliğinin nasıl bir şey olduğunu kavramaya çalıştığımız şaşkın ama umtlu günlerimizdi. Her dersin Hocalarına bize, yeni bir dünyanın kapılarını açacak birer anahtar gözüyle bakardık. Nihayet sınıfımıza biri geldi.. İki hafta boyunca Ahu Tuğba'yı anlattı. İki hafta boyunca da işçi sınıfından bahsetti. En sonunda Ahu Tuğba ile işçi sınıfını birbirine öyle bir cümle ile bağladı ki, kitaplar dolusu siyaset bilim ya da kitaplar dolusu sosyoloji okusaydınız ancak bu noktaya erişebilirdiniz zaten..

Derslere benim gibi pek sık gitmeyen, çalışmak zorunda olan pek çok kişi, bir fırsat yaratıp sadece onu dinlemeye gelirdi. Nasıl unutabiliriz onun her akademik yıl açılışında bizi bahçeden kovuşunu.. Nasıl unutabiliriz bize sosyal incelikler konusunda verdiği nüktedan örnekleri, nasıl unutabiliriz herbirimizi birer "insan" kılmak içi attığı fırçaları..

Nasıl unutabiliriz sınavlarda "notlar ve kitaplar açık, soru 1" deyişini.. Ve nasıl uğurlayacağız bilinmeze bize "düşünen birer birey olmayı" öğreten Hocamızı..

Ruhun şad olsun Hocam...
Öğrenciliğimize dair pek çok anı silinip giderken derslerini unutmadık..
Seni yaşarken unutmadık, şimdi de unutmayacağız.. (SİBEL SAĞLAM)


Canım Hocam,
15 yıl önceydi, Nişantaşı'nda 401 nolu sınıfta tanışmamız... Anna Karanina'yı Kafka'yıi Dosteyevski'yi henüz okumamış olanlar dersime gelmese de olur demiştiniz kalabalık sınıfa bakıp...Ya da Özcan Tekgül adındaki dansöze kültür madalyası veren kültür bakanımızın neden en kültürlü kültür bakanımız olduğunu anlatırdınız...

Erotizmle pornografi arasındaki farkı Marks'in yabancılaşmaya bakışıyla tartışın diye sormuştunuz bir keresinde... Üstelik tek soruydu...

Hayattaki en büyük şansım sizin ögrenciniz olmaktı... Çok sevdim sizi... Hep sizin gibi biri olmak istedim. Türkiye gibi bir ülkeden böoyle bir dahi çıkarmış, çıkabilirmiş...meğer diye düşünürdüm.

Ah canım Hocam, niye bu kadar erken öldünüz. Sizi unutmak mümkün değil ama çok çok özleyeceğim. ÖZCAN BAKIRCI

Bilimselliği ve akılcılığı, aydınlığı yokedilen eğitimin semeresiz kıldığı ülkemizde sayıları birerbirer azalıyor aydınların ve bilim insanlarının. Onurlu ve verimli ömrünün toplumsal yaşamımıza katkılarından dolayı kutsayalım Oskay hocamızı.

İlerlemenin coşkulu günlerinde değiliz; her gidenin ardından derin bir keder ve yerini dolduramamanın kaygısı vurmakta yüreğimizi. ZAKİR ÇELİK














17 Ağustos 2010 Salı

UĞUR MUMCU


Yıl 1993, 24 Ocak..
Soğuk ve karlı bir Pazar günü.

11 yaşındaydım o gün. Kar kış kapıyı kaplamıştı, buzdan titreyen bembeyaz sokaklarda sabah kahvaltısı için sıcak ekmek ve gazete almaya bakkala koşan insanların aylak yürüyüşleriydi camdan izlediğim. Kapıya asılmış sütü, ekmeği ve her Pazar ailecek okumayı alışkanlık haline getirdiğimiz Hürriyet ve Cumhuriyet Gazetelerini almış, iki gazete arasında gidip geliyorken bir yandan da kulak kabarttığım televizyondan kurşun gibi ağır bir anons veriliyordu..

"Araştırmacı Gazeteci - Yazar Uğur Mumcu, bu sabah Ankara Karlı Sokak'taki evinin önünde, arabasına konan bombanın patlaması sonucu öldürüldü. Suikast sonucu öldürülen Mumcu'nun evinin önünde geniş güvenlik önlemleri alınırken faillerin yakalanması için geniş çaplı soruşturma başlatıldı."


Bir yandan arka fondaki polis telsizi bir yandan parçalanmış araba çevresinde koşuşturan büyük amcalar..Duyduklarım ve gördüklerim karşısında donakalmış, Mumcu'nun arabasının kontağına yerleştirilen ve çalıştırdığı an infilak eden arabasından bir daha dönmemecesine nasıl yok olabildiğini gözümde canlandırmaya çalışıyordum. Bir insanın bir insanı nasıl olup da öldürebilmiş olabileceğini, televizyonda gördüğüm görüntülerin film değil tamamen gerçeklikten ibaret olduğunu çocuk aklımla anlamaya çalışıyor, o arabanın içindeki ya benim babam olsaydı diye empati kurmadan edemiyordum..Kim bilir eşi ne haldeydi. Oğlu, kızı, çocuğu var mıydı? Varsa şu an ne yapıyorlardı? Söylemişler miydi onlara babalarının ilelebet yolculuğa çıktığını.

İşte o gün, tam da 24 Ocak 1993 Pazar sabahı benim için dönüm noktasıydı.. 

Cinayetin üzerindeki sis perdesi halen aralanmadı, aksine tüm davalara kulak tıkanıyor, "birşeyler" yürümüyor.

Aynen O'nun dediği gibi "Düşündüklerini bir kez bile yüksek sesle söyleyememiş, öfkesini karşısındakinin yüzüne bir kez bile söylememiş, öfkesini karşısındakinin yüzüne bir kez bile haykırmamış bir insanın bilinç ve duygu dünyasında doğan girdaplar belki de sabah akşam boğmuştur bu kişiliğini.

Kendi kişiliğinin katili olmak da güç iştir basbayağı.
 
Susmak..susmak, hep susmak. Konuşmamak, konuşmamak. Üstlenilen görev budur bütün yaşam boyunca. İnsanları saran küçük çemberler büyüye büyüye demokrasinin boynuna bir halka gibi geçer. Suskunluk kural, konuşmak ve eleştirmek de kural dışı olur bir süre sonra.."   HASLET SANDIKÇI


‎"Bir kişiye yapılan haksızlık, 
bütün topluma karşı
işlenmiş bir suçtur.
bu bilinci paylaşmak ve
bu sorumluluğu yerleştirmek
...zorundayız.
Uygarca paylaşılan sorumluluk bilinci,
özgürlüğün de,
demokrasinin de
tek güvencesidir.
Bu güvence sağlanmadıkça,
demokrasinin temeline
tek bir taş bile konmuş olamaz.
Unutmayalım ki "...cesur bir kez, korkak bin kez ölür".
Önemli olan,
insanın böyle bir toplumda
"mezar taşı" gibi
suskunluk simgesi olmamasıdır.

UĞURLAR OLSUN YOLDAŞ
HAKAN HAŞHAŞ


Faili meçhuller faili malum olur diye mi??

Yakınlarını siyasi cinayetlerde kaybedenler Toplumsal Bellek Platformu adı altında bir araya geldi. Hem yakınları unutulmasın diye mücadele ediyorlar hem de Sabahattin Ali’den Hrant Dink’e kadar 60 yılı aşkın süredir katledilenler hakkında bir Meclis Araştırma Komisyonu kurulması için çabalıyorlar.
Çabalıyorlar ki bir siyasi cinayetler ülkesi olmaktan kurtulunsun, bu platform daha yeni üye kaydetmesin. Öyle bir memleket ki burası, bunu yapmayı bile yakınları bombalanan, kurşunlanan, yakılarak boğulanlardan istiyor.
İşte bu aileler 11 Şubat 2010 tarihinde 60 yılı aşkın süredir katledilenler hakkında bir Meclis Araştırma Komisyonu kurulması için başvuruda bulundu.

Birinci çinko, ikinci çinko, üçüncü çinko
6 Nisan 2010’da CHP tüm faili meçhul siyasi cinayetleri kapsayan bir araştırma komisyonu kurulması için önerge verdi. Önerge, DTP ve DSP tarafından da desteklendi. Ancak AKP oylarıyla reddedildi.
22 Haziran 2010 tarihinde CHP grubu adına Ali Rıza Öztürk, araştırma komisyonu önergesini yineledi. Bu defa MHP de önergeden yana oy kullandı. AKP tavrını değiştirmedi, yine red oyu kullandı.
Geçen hafta CHP, faili meçhul cinayetlerin araştırılması için tekrar bir önerge verdi. AKP yine geciktirmeksizin önergeyi reddetti.
Yani AKP, faili meçhul cinayetlerin araştırılmasına ilişkin verilmiş 3 önergeyi reddetti. Elbette ayrımcılık yapmadığını cümle âleme göstermek amacıyla daha önce de 1 Mayıs 1977’nin, JİTEM’in ve askeri darbelerin araştırılmasına yönelik önergeleri reddetmişti.

Bana bunlarla gelme!
AKP’nin reddettiği ya da Meclis gündemine bile sokmadığı Meclis Araştırma Komisyonu önergeleri bu kadarla da kalmıyor. Rahip Santoro, Malatya katliamı ve Hrant Dink cinayetlerinin bağlantılı bir şekilde ele alınmasını talep eden önerge de Hrant Dink’in öldürülmesinde kamu görevlilerinin ihmal ve kusuru olup olmadığını sorgulayan önerge de gayrimüslim cinayetlerinin araştırılmasını talep eden önerge de Meclis arşivlerinde bekliyor.
AKP, faili meçhul siyasi cinayetlerin araştırılması için kurulması istenen komisyonları reddetmesine gerekçe olarak komisyon yetkilerinin yetersiz olmasını gösteriyor. Ancak AKP’nin geçen şubattan bu yana Meclis İçtüzüğü’nde bu yönde bir değişiklik yapmak için adım atmadığı da ortada.
AKP, haziran ayında araştırma komisyonu teklifini reddederken Meclis’te konuşan bir AKP’li milletvekili tatilden sonra ‘inşallah’ bir komisyon kuracağız diyordu. Tatilden sonra verilen önerge reddedilirken konuşan aynı AKP milletvekili bu defa: “Zamanlama uygun olsaydı, kabul edilebilirdi ve bu şekilde faili meçhullerin ortaya çıkmasını arzu ederdik...” diyor.
Ölüler beklerler. Öldürülenlerin yakınları Sabahattin Ali’den bu yana bekliyor, yine beklerler.

‘Faili malum’ olur diye mi?
Orası öyle de AKP neyi bekliyor? İktidarının 50. yıldönümünü mü?
Tüm bu araştırma önergeleri reddedilir, Hrant Dink için berbat bir AİHM savunması hazırlanır, Dink cinayeti için başbakan gerekli soruşturma izni vermezken yine aynı başbakanın oy toplamak için çıktığı meydanlarda siyasi cinayet sonucu öldürülenleri ağzından düşürmediği ortada. Diyarbakır’da “Ape Musa’nın acınısı unutmadık” diyen başbakanın mebusları Meclis’te bu cinayetler araştırılmasın diye red oyu vermekten çekinmiyor.
Başbakan Erdoğan geçen ocak ayında “Hrant Dink’in, Abdi İpekçi, Uğur Mumcu’nun, diğer tüm kirli saldırıların üzerindeki sis perdesini kaldırmak” için uğraştıklarını söylemişti. Arkasından da eklemişti: “Faili meçhullerin faili malum hale gelmesinden kim niye korkuyor, niye çekiniyor, kim neden bunların üstünü örtmeye çalışıyor? Gizli kapaklı işlerin aydınlığa çıkmasından kim, neden endişe ediyor?”
Bugün sorusunun muhatabı artık kendisidir. Sayın başbakan, faili meçhul cinayetlerin aydınlatılması için verilen önergeleri başkanı olduğunuz parti neden reddediyor? Siz ve partiniz faili meçhullerin faili malum hale gelmesinden neden korkuyorsunuz? ÖZGÜR MUMCU (oğlu)

Sema açıktı ama hava çok soğuktu. Yer baştan aşağı kanla kaplıydı. Birlikte büyüdüğümüz, birlikte genç yaşına bastığımız, birlikte yaşam mücadelesi verdiğimiz Uğur Mumcu'nun parça parça olmuş kolu bir tarafta, bacağı bir tarafta, yüreği karşı binalara saplanmış o sahneyi gördüm. İnsan belleği unutma gibi bir yeteneğe sahiptir ama o sahne benim belleğimde hiç azalmıyor. Ruhsal yapımın bir parçası olmuş. CEYHAN MUMCU (kardeşi)






SERHAN ŞEŞEN



Ben sadece bir oğul kaybetmedim oğlum. En iyi arkadaşımı, sırdaşımı ve de öğretmenimi kaybettim. Bana yaşattığın dolu dolu 26 sene için teşekkür ediyorum. Ağlıyorsam da şu anda idare et, duygusallığıma ver ve bana bir kez daha 'Babuş' diye sarıl...O hiç ağzından eksik etmediğin 'Seni Seviyorum' sözünü bir daha söyle bana... Bu 'sığ' ortamda bu kadar 'derin'de olmanda bir 'mana' var benimle paylaşmadığın, bunu da hissediyorum. Bu da anlatamadığından değil... Üzülmemi istemediğinden...


Öyle yumuşacık bir kalbin vardı ki... Hatırlar mısın? Küçük bir arabamız vardı ve bir gün sen, ben, Diloş ve babaannen arabamızla Darüşşafaka'dan evimize doğru giderken ellerinde paketlerle durakta otobüs bekleyen yaşlı bir teyzeye rastlamıştık da sen arabayı durdurtup, teyzeyi arabamıza bindirip bir taksiye atlayıp öyle dönmüştün eve...Biz şaşkınlıkla arkandan bakmıştık... Bugün gibi...


Sonra askere gideceğim gün ki, o gün de annenin doğum günüydü çatı katındaki odanda doğum gününe uygun müzikler yapman, tam ben kapıdan çıkacakken de belime sarılıp mavi mavi ağlaman... Çocukla çocuk, büyükle büyük olman... Zaman zaman ikisini birbirine karıştırman ama sonunda yine haklı çıkman...

NE YAPACAĞIZ BURHAN?

Okuman... Okuman... Okuman...Sonra seni Gölköy'de Deniz'le tanıştırmam...Onunla beş yıla yakındır birlikte olman...Ve de sana artık 'büyük baba' olma isteğimi söylemeyip, bunu 'kızım' kadar sevdiğim Deniz'le senden sonra paylaşmam...

Kızkardeşin Dilhan'ın 'Ben ağabeyimle bu kadar az mı yaşayacaktım!' diyen masum isyanı... Amcan Gökhan'ın sürekli ıslak gözleriyle dimdik durması, annenle elele yoğun bakım odasına girmemiz, Şeşen Kaptan'ın Camii'de sürekli 'Ne yapacağız ya Burhan?' deyip kafasını sallaması... İlhan amcanın, Arzu yengenin bir masa etrafındaki çaresizliği, annemin makyajsız yüzü, İsmet Dede'nin, Müşerref anneannenin sessizliği, Demet teyzenin yüzündeki acı, Selin ve Selen'in seni kaybetme korkusu, Hasan'ın sürekli yere bakması, dargınların barışması, hastanedeki tüm akrabalarının ve arkadaşlarının sabırlı bekleyişi, seni tanıyıp tanımayan tüm insanların duası... Hepimizin sana bir 'teşekkür' ve de 'özür' borcu var Serhoşçum... Bizlere yaşattıkların için 'teşekkür' ama sana yaşattıklarımız için de bir 'özür' borcumuz var canım oğlum...


Zira bizler hep başkalarının başına bu tür 'çağdışı', 'insanlık dışı' olayların geleceğini düşündük. Asıl ve de gerçek 'kahramanlar'ın bunları yaşayabileceğini hiç düşünmedik... 21.yüzyılda Türkiye'nin yaşadığı sağlık skandallarını gazetelerin sayfalarında satışı arttıran bir haber, televizyonlarda rating kaygısı olarak algıladık. Ta ki senin başına, bizlerin başına bunlar gelinceye kadar...Felsefe masterı yaptığın Galatasaray Üniversitesi'ndeki öğretmenlerinin söylediğine göre; sen 'milyonda bir gelebilecek bir öğrenciydin' ama 'milyonda bir olabilecek, tıp fakültesi öğrencilerinin bile yapmayacağı bir hata ve ihmalin' sonucu artık aramızda değilsin...Hatayı kabul ederim ama duyarsızlığı değil oğlum.


Şu anda sabahın beş buçuğu... Çengelköy'deki bahçene seni görmeye geleceğim birazdan bir paket sigara ve birkaç şişe birayla...Ne demişti Gökhan amcan: Gündoğarken ufukta yeni bir can taşır elinde...

BURHAN ŞEŞEN




Yaşam en değerli varlığımız. Onun bizi,bizim onu var ettiğimiz bir ilişki var aramızda. “Biz” derken gerçekten bizi kast ediyoruz. Tüm insanları… Dili, dini, ırkı, rengi, cinsiyeti, kıyafeti, şivesi, kilosu, hayata bakışı, doğulusu, batılısı, yerlisi, yabancısı… nasıl olursa olsun tüm insanlardan söz ediyoruz. Ama sadece insanları da değil; biz “biz” derken büyük bir BİZ’den söz ediyoruz, sadece insanları kapsayan küçük bir bizden değil. Hava, su, toprak, taş, tüm hayvanlar, tüm bitkiler… kısacası evrendeki her şeyi, her canlıyı ve cansızı kast ediyoruz. BİZ, aslında çok büyük bir aileyiz…

Yaşam bunların tamamı bir aradayken güzel…ve yaşam, tüm bunların birbirlerine saygılı olmaları halinde mümkün… Biri eksikken, diğeri tam olamaz…Hepsi bir arada, hepsi birlikte ama hepsi birbirine saygıyla ve gerçek sevgiyle yaklaşarak…Hiç birimiz öne çıkmadan, hiçbirimizi arkaya atmadan, hepimiz bir arada… Yaşam böyle anlamlı, böyle güzel ,böyle doğru ve böyle de yaşanmalı.


Annelerimizin günü var, babalarımızın günü var, öğretmenlerimizin günü var, çocukların günü var, hayvanlar günü var, çevre günü var…Hepsi de iyi ki varlar. Ama biz inanıyoruz ki bunların hepsini kucaklayan, hepsinin bir arada olmasını mümkün kılan, tüm bir yaşama saygı günü de olsun.


27 Şubat Serhan’ın doğum günü. Ama artık onsuz kutluyoruz bu doğum günlerini, onu içimizde var ederek. Bu günün Yaşama Saygı Günü olmasını istiyoruz ki böylece, onu kaybetmemiz, yaşamı hep var edebilmemize neden olsun…


Eğer siz de bu girişimi anlamlı buluyorsanız ve desteklemek isterseniz, görüşlerinizi ve iletişim bilgilerinizi lütfen serhander@serhansesen.com adresine gönderin.





Gidişiyle, hayata dair yine binlerce şeyi sorgulatan ve ardında koskocaman boşluk hissi bırakan bir melekti Serhan. Her şey sanki bir muamma ve ben olanlara hala inanmıyorum...ASLI HEPER

Seagulls never die, they just fly away... Ne güzel söylemiştin o şarkıyı "i want to get away, i want to flyyyy awayyyyyy" ...MELİKE

Onunla hic tanışmadık, yaşasaydı ihtimal hiç tanışamayacaktık, bir şeyler duymasak okumasak onunla ilgili, az da olsa bilmemiş olsaydık ne güzel bir insan olduğunu, hayata veda edişinden bir sene sonra onu hatırlayıp böyle bir yazıyı yazmayacaktık.

Tüm güzelliklerin hak ettiği gibi yaşadığı bir dünya dileği ile,

ÖZGÜR- SEYHAN
 

 

En yakın dostumun kuzeni olmasından kaynaklı oldukça eski bir arkadaşlığımız vardı kendisiyle. Bodrum Bağla'da pikaplarıyla sabahlara kadar müzik yapması, eski fender gitarı, protools set up'ı, ps2'deki motosiklet yarışı oyunları, Nil Karaibrahimgil'in tur otobüsünden uçarak inişi gibi artık acı bir tat veren hatıraları günlerdir aklımda, özellikle de gece olduğunda. Vahim olansa bu gencecik insanın hayatını bitiren artık her kim ya da kimlerse herhangi bir yaptırıma uğrayacaklarından emin olamıyor olmam, her ne kadar Serhan'ı geri getirmeyecek bile olsa...
UMUT YANIK
 
İnanılmaz bir olay.
Hiçbir zaman ölmemesi hatta yaşlanmaması gereken bir insandı. Gözümün önünde hala, şimdiki Duru Tiyatro olan eski Kadıköy Anadolu Tiyatro salonunda Santana smooth çaldığı gün... içeri girdim, -sanırım öğrenci birliği seçimleri, kalfest zamanı falandı, eclipse tayfasıyla takılıyorlardı. İnanılmaz bir insandı, hayran olunacak biriydi. cümlelerim toparlanamıyor...

Dünya güzeli gözleri, inanılmaz kendine güvenli, kıvırcık saçları, gazelleri... İnanmakta zorlanıyorum, kabul edemiyorum. İstemediği hiçbir şeyi yapmazdı o.

Çok fazla sohbetimiz yoktu, uzaktan laf atıp duruyordu, Çamlık2ta karşılıklı sigara içiliyordu. Böyleydi. Yine de biliyordum. Kendine güveni nemrutluk derecesindeydi bazen, ama onu sevdiren de buydu bence. Ölmemeliydi...Ölmemeliydi...KAAN YARDIMCI


Hiç tahmin etmediğim anlarda, hiç tanımadığım insanları Serhan'a benzettiğim ve her defasında içimi yakan, onu özleyerek, an'larımızı hatırlayarak, fotoğraflarına bakarak hasret gidermeye çalıştığım koca bir yıl geçti. Gülümsemesi ve gözleri hala gözümün önünden gitmeyen ve hayatımın sonuna kadar da gitmesini istemediğimsin. AYDIN DİLDAR


Altın kalpli, güzel gözlü,yakışıklı kardeşim.. Özleniyorsun ama unutulmuyorsun! Rahat uyu cennetinde. CEM BAŞÇI

DUYGU ASENA


Ameliyattan sonraydı. Bir gün kapı çaldı. Kameradan bakıp erkek arkadaşlarının geldiğini söyledim. Bir baktım Duygu yok, bir şey oldu sandım. Meğer banyoya gitmiş. Bir siyah kalem alıp gözlerinin etrafını boyadı. Şaka yollu "Erkekler geliyor, güzel olmam lazım" dedi, sonra da kalemi bana uzattı: "Al sen de yap gözlerine..."

Evde oturmayı sevmiyordu. "Dışarı çıkıyoruz" dendiğinde çok mutlu oluyordu. Gittiğimiz yerde okurları tanıyıp yanına geldiğinde yaşadığı mutluluk ise anlatılmaz.

Bir sabah onu çok mutsuz gördüm, "Neden böylesin, bir şey mi oldu?" dedim. "Benim halime baksana Karina" dedi. Öyle üzüldüm ki, gözlerim doldu. Hemen elleriyle yaşlarımı silip "Canım ağlama, ağlaman için demedim ki" diyerek teselli etti. Hastalığı süresince, durumu ağırlaşana dek giyimine ve makyajına özen gösterdi. Sabahları kıyafetlerini önüne koyardım, giymek istediğini seçer, seçtiği giysiye uygun saç bandına da yine kendisi karar verirdi.

Bir gün sıkıntılı baktı yüzüme. "Ben işe gitmek istiyorum, adamlar bana boşu boşuna para veriyorlar" dedi. Sorumluluk duygusunu hayranlıkla izledim. KARİNA ŞEGOYAN (İki yıl boyunca bakımını üstlenen hemşiresi)


Altı yıl önce kitaplarından etkilenip kendisine bir e-mail attım. Sonra tanışıp dost olduk. Özel hayatı, evi, yalnızlığı çok önemliydi Duygu için. Hastalandıktan sonraki dönemde, evime çok az gidiyordum onunla daha fazla zaman geçirmek için. Bir gün "Duygu beni evden atacaklar, bana sürekli sitem ediyorlar, atarlarsa beni eve alır mısın?" dedim. Hiç düşünmeden "Hayır!" dedi. Yalnızlığından ödün vermedi.
Biyopsiyle ilk ameliyatı arasında bir akciğer embolisi geçirdi. Yoğun bakıma aldılar Duygu'yu. Sabah yanına gittim. "Göz kalemin var mı?" diye sordu. Makyaj malzemelerini getirdim. Birlikte yoğun bakımda makyaj yaptık. ELÇİN EĞERCİOĞLU



İkinci ameliyattan sonra bir gün ziyaretine gittim. "Sevgilin var mı?" diye sordu. "Yok Duygu hanım" dedim yüzümü asarak. Baktı, "Üzülme benim de yok zaten" dedi.

Duygu hanımla aşkı konuşmanın keyfini herkes bilir. Cinsellik, ilişkiler bir yana aslında o hep aşk peşinde oldu. Aşk ve sevgi denildiğinde onun için akan sular dururdu. Birlikte çalıştığımız dönemlerde, sevgilimizle randevumuz için Duygu hanımdan izin koparmak, yıllık izin almaktan daha kolaydı. ZÜLEYHA GÜVENER (Kadınca ve Kim ekibinden çalışma arkadaşı)


Hastalığı sırasında yüzünden gülümsemesi hiç eksik olmadı. Bildik yüzleri görmenin rahatlığıyla gülümsüyordu yüzü. Son dönemlerinde pek konuşamıyordu. Ama konuşmak istediklerini de en güzel gülüşüyle anlatıyordu. Her zaman umut doluydu. "Bu sefer seni daha iyi gördüm" dediğimde - ilk ameliyattan sonra özellikle- içsel temposunu yükselterek hayata daha iyi tutunduğunu fark ediyordum. METİN UCA (15 yıllık arkadaşı)




Teşhis konduktan sonra, raporlarını Gazi Yaşargil'e göstermeye gittik Nişantaşı'na. Çıkışta bir kafede oturduk. İnci hanım "Tedavi için Amerika'ya gidelim" dedi. Duygu Hanım itiraz etti. Orada söylediği tek bir cümle hiç çıkmaz aklımdan: "Ben burada varım! Arkadaşlarım, sevdiklerim, dostlarım hepsi burada..." HALE ATAMAN (11 yıllık asistanı)



Doktorların artık umut kesildi dediği süreçte beni aradılar. Uğurlamanın karanlık bir yüzle olmamasını konuşurken, İnci hanım sarı gül arzusunu söyledi. Teşvikiye'de Dore Çiçekçilik ile görüştüm. Pazar sabaha karşı Duygu hanımı kaybettik. Pazartesi sabahı Antalya'dan 2 binin üstünde tomurcuk sarı gül ilk uçağa verildi. Açmaları için bütün gün ılık suda bekletildi. Cenazenin kaldırılacağı salı sabahı 4'te çiçekçide buluştuk. Halı dokur gibi silikon tabancasıyla, krem rengi özel bir kumaşa sık aralıklarla yapıştırdık gülleri. Her gülde bir kelime, kimilerinde cümleler söyledim: "Bunu vaktinde bitireceğim, üstünüzde çok güzel duracak Duygu hanım." LALEHAN UYSAL (Gelişim Yayınları'ndan arkadaşı)
























UFUK GÜLDEMİR


Vay be günler aylar yıllar ne çabuk geçiyor ölüm haberini aldığımız gün, şimdi tekrar gözlerimin önüne geldi koskoca 3 yıl ne çabuk da geçiyor. Aykırı haberin habercisi Ufuk hocam, haberlerin aykırılığını hep önde tuttu huzur içinde yatsın..MURAT TÜZEL

Rahmetli, zamanın ABD Ankara büyükelçisi ile çokça geyik ve ayı avına gitmişlerdir. (bkz SONER YALÇIN) Avcılık merakı, diplomasi muhabirliğinde çok işine yaradı. ABD Ankara Büyükelçisi William Macomber de ava meraklıydı. Birlikte Konya/Cihanbey'e kaz avına gidiyorlardı. Avcılık nedeniyle başlayan Amerikalı diplomatlarla ilişkiler yıllar içinde, Ronald L. Spiers ve Strausz Hupe ile sürüp gitti..BARIŞ KURT




Türkiye'de akıllı gazeteciliğin nadir örneklerinden biriydi. Haberin nerede yattığını, neyin ilgi çekeceğini çok iyi anlar, çok iyi koku alırdı. Sağlam ve kuvvetli bağlantıları vardı, her yere ulaşır, herkesten haber çıkarır ama kimsenin gözünün yaşına bakmaz, boyun eğmez, borçlu olmazdı. Yıllarca Washington'da yaşamıştır, Amerikan gazeteciliğini de bilirdi. Star yaratmakta üstüne yoktur, bir zamanlar onun elini attıları bugün medyada önemli yerlerdedir, her birinin kendi programları vardır. Ayrıca çalışanlarını, kendisine sadık kalanları hep kollar, çalıştıkları süre boyunca da en iyi ücretleri almasını sağlardı. Show TV'nin başındayken sırf haber yaparak (bkz: analitik habercilik) kanalı birinci yapmıştır.

Patronlara da boyun eğmediği için çoğu zaman çekip gitmek zorunda kalmış ya da bırakılmıştır. Sıfır sermayeyle kurduğu Habertürk bugün bütün medya patronları ve yöneticileri tarafından en çok ciddiye alınan, ilk önce başvurulan kaynaklardandır. Güldemir, ayrıca "Beyaz Türk" teriminin patent sahibidir, ilk kez kitabında kullanmıştır. Dinç Bilgin'den sonraki ilk gazeteci patron olmak için kolları sıvamış, büyük "yol" da kaydetmiştir. O hep vardır ve varolacaktır. ÇETİN GÜZ



O en büyük avcılık ödülünü de hak ediyor. Yaban TV'yi açmakla hem Türkiye doğasına katkıda bulundu, hem de Türk avcısını bilinçlendirerek sürdürülebilir avcılığın temelini attı. Yaban TV'nin Türkiye dışında da seyredildiğini düşünürsek, Türkiye'nin tanıtımına da ne kadar yarar sağladığını görebiliriz. Onun gibi insanlar dünyaya az gelir. Allah Rahmet etsin. RAŞİT KÜLEK

16 Ağustos 2010 Pazartesi

HASAN DOĞAN


Başımız sağolsun...
                BU MİLLET SENİ UNUTMAYACAK BÜYÜK BAŞKAN...MURAT YILDIZ


TFF Başkanımız Merhum Hasan Doğan'ın vefat haberiyle sarsıldık. Çok kısa sürede çok büyük işler yapan ve daha bir çok ses getirecek projeyi yarıda bırakan başkanımız bizde derin izler bıraktı.Yaptıkları O'nu aklımızda tutmaya yetecek ve O'nun izinde ilerleyeceğiz. Merhuma Allah'tan rahmet, geride kalan dertli ailesi, sevenleri ve spor kamuoyuna başsağlığı dilerim..SİNAN ACAR


Hepimizin aklında Semih'in golünde cumhurbaşkanına sırtını dönmek pahasına, karısını onore ederek sergilediği sevinç gösterisi kalmıştır heralde..Allah rahmet eylesin, mekanı cennet olsun...AKIN KÖSE











KAZIM KOYUNCU

... Bıraktığın gibi durmuyor bu dünya
Bahar geçiyor, yaz geçiyor, ama sen geçmiyorsun.
Yumsam gözlerimi rüya, açsam serap oluyor bütün dünya.
Gitmekle kalmadın, benimle dünyanın arasını açtın. ... FADIL ÖZTÜRK